17 Şubat 2010 Çarşamba

"Allahım! Çok şükür benim kızımmış!"

Başkent Aşkabat'a indiklerinde ciğerlerine bir anda gül kokusu doluverir.

Sonraki gün kadim bilgelin merkezi Merv'in yolunu tutarlar.

Güneşin sıcaklığı dağı taşı eritmektedir.

Öylece çölü beklemektedirler.

İkamet edecekleri evde ise tahayyül edilebilecek her türlü yokluk onları beklemektedir.

Camlar kırıktır, kapılar tam kapanmamaktadır, yemek pişirecek tencereleri yoktur.

Yeni bağımsızlığına kavuşan, henüz kurulmakta olan ülkede mağazalar bomboştur.

Bir kaç gün buldukları bir tencerede pişirip, kapağında yerler.

Çocukların üstü başı kirlenir. Ne bir leğen vardır, ne de su.

"Sırtında ağır bir yük varmışçasına coşkun akan Sakarya'nın" bereketli kıyılarından, bir damla suya hasret kızgın çöllerin ortasına düşmek, ne ağır imtihandır ya Rabbi!

Kirli diye çıkardığı çamaşırları " o kadar da kirli değilmiş" diye tekrar tekrar giydirir çocuklarına.

Yıkanan çamaşırları asacak ip bile bulamaz.

Yatakları olmadığı için, günlerce betonun üzerindeki halı da yatarlar.

Bir sabah, böbreklerinin ağrısı ile uyanır Ayşe Hanım.

Yolda gelirken Eyüp Bey'e, " çamaşır makinesi olsa başka bir şey istemem" demiştir. Şimdi değil çamaşır makinesi bir leğen bile bulamaz.

Ekmek bulmak da zordur.

"Bari un alıp , ekmek yapalım" der, fakat ne çare gelen un kokmuştur.

Eyüp Bey, sabah yedi, gece iki mesaisi yapar.

Yeni açılan okulun hem eksikleri çoktur hem de öğrenciler ilgi beklemektedir.

Bir akşam eve misafirler gelecektir.

Ayşe Hanım, bir yandan eve gelen Türkmen talebelere Kur'an öğretmekte, diğer taraftan mutfağa girip çıkmaktadır.

Bir anlık dalgınlıkla küçük Zeyneb'in bir kuş gibi camdan aşağı uçuverdiğini görür.

Çığlık çığlığa koşar, aşağıya.

Tilla adındaki komşu kadın ondan önce koşar.

Sanki düşen onun çocuğudur.

Nasıl ağlar , nasıl hıçkırır.

Küçük Zeynep kanlar içersinde, baygın yatmaktadır.

Suyla yüzünü gözünü yıkar, Tilla Hanım.
Hastaneye uçururlar.

Doktorlar içeri girip çıkar ama hiç biri Ayşe Hanım'ın yüzüne bakmadığı gibi suratları da asıktır.
Küçük Zeyneb'in durumu ağırdır.

"Dört duvar arasında yatıyor yavrum, dardayım, bana yardım et Allah'ım! Ah Ya Rabbi! Seni ne kadar uzaklarda aramışım ben, meğer ne kadar yakınmışsın. Seni ne kadar yakınımda hissediyorum şu anda kimse bilemez." diyerek gözyaşı döker.

Eyüp Bey bütün aramalara rağmen bulunamaz. Akşam eve ilk kez gelecek misafirler için çarşı pazar, tabak, çanak peşindedir.

Onu bulduklarında önce okuldan bir talebenin düştüğünü sanarak; "Eyvah bu çocuklar bize emanetti, sahip çıkamadık, ya bin bir emekle açılan okulumuzu kapatırlarsa, ya hicretimiz yarım kalırsa" diye acı ve endişeyle kıvranır.

Fakat düşenin küçük Zeyneb'i olduğunu öğrenince;

"Allah'ım! Çok şükür benim kızımmış" diyerek Rabbine şükreder.

Yoğun bakım odasının önünde bekleyen eşinin yüzündeki acıyı görünce anlar durumun dehşetini.

yazının tamamı için : http://www.yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=20895&y=HarunTokakPazar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder